“Yıllarca sürmüş bire şehir uykusundan uyanmak gibiydi Ankara’dan ayrılmak. Kafamı kum yerine direkt asfalta gömmek gibi. Otobanın tabelalarını gördüğümde köyün en son çitine gidemeyen Ünzile idim” demiştim bir zamanlar. Köyün en son çitini geride bırakıp Gerede’den Karabük sapağına ilk vardığımda 2008 yılıydı. O zamanlar biraz kasisli ve çukurlu olan Karabük devlet yolundan ıssız ıssız ilerlerken önüme çıkan dev bacaları görünce şoke olmuştum. Karabük Demir-Çelik Fabrikası, Anadolu’nun bağrını emek emek besleyen ilmik ilmik büyüten nice fabrikadan biri, belki de en eskileriydi. Ve ben Ankara’dan gelmeme rağmen bu kadar büyük bir fabrikayı ilk defa görüyordum. Doğduğum yerden doyacağım yere olan yolculuğummuş bu, yavaş yavaş öğreniyordum.
Eflani’ye eczane açıp, Safranbolu’ya yerleşip oğlumu da Karabük milli eğitimine emanet edince bu şehirlerin bugünü gibi dününü de merak etmeye başladım. Safranbolu’da ve hatta Eflâni’de tanıştığım 65 yaş üstü amcalar ‘Ben Kardemir’den emekliyim kızım’ dedikçe, Batı Karadeniz’in orta yerindeki bu şehri var eden fabrikanın gerçekten aileleri de emek emek var ettiğini anladım. Şehirdeki tüm çocuklara daha ilkokuldayken fabrikanın bir bölümünün gezdirilmesi gerektiğini düşünmeye başladım. Sadece çocuklar mı? Dumanlı şehrin puslu çocuklarına adını veren bu fabrikayı yetişkinler de gezebilmeli ve içerideki emeği görebilmeli bence.
Hayatımdaki üçüncü futbol maçıma Karabük’te gittim. Kardemir Karabükspor Fenerbahçe’yi ağırlayıp yendi o gün. Artık Fenerbahçe Karabük’e gelemiyor. İçinde yaşadığımız şehrin ismini yaşatan futbol takımı maalesef Süperlig’de oynamıyor artık.
Sonra düşündüm ‘Buna ben neden üzülüyorum ki?’ diye. Bir keresinde şöyle demiştim: “Doğup büyüdüğüm yer olan Ankara, üzerime iki numara büyük gelen ödünç alınmış bir palto gibiydi; kışın soğukta sırtımı ısıttı belki ama asla benim olmadı. Hep benden sonra o paltoyu giyecek başka birileri olduğu hissi vardı içimde. Karabük/Safranbolu/Eflâni şehirleri ise iyi günümde de kötü günümde de ipek göynek gibi sardılar beni.” İşte bu yüzden üzülüyordum. Yaşadığım şehrin tabiri caizse ‘gördüğünden edilmesi’, futbolda da olsa bir alt lige inmesi müthiş üzüntü vermişti bana.
Ankara’da yazmaya başladığım ilk romanım, ilk göz ağrım -oğlum duymasın- Adı Cemre Olacak’ı burada bitirdim. Yazdıklarımın ilk kez iki kapak arasına girmesi heyecanını burada yaşadım. Oğlum ilköğretimini Karabük TED Koleji’nde tamamladı, üniversite sınavına burada girdi.
Sokak köpekleriyle ilk dostluğumu burada yaşadım. Sonra evime aldığım rahmetli mavi gözlü Çakır köpeğim de onlardan biriydi. Bu şehirlerde onlarca köpeğe ve kediye ev sahipliği yaptım veya onlara yuva buldum.
Karabük’e gelmek üzere Gerede otoban çıkışından devlet karayoluna döndüğüm günden bu yana on beş yıl geçti. Oğlum artık Karabük milli eğitiminden YÖK’e geçti, Ankara’da okuyor. Ailem her ne kadar Ankara’da olsa da Ankara artık bana yabancı. Yahya Kemal ‘Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşüdür’ demiş. Ama İstanbul da kocaman bir beton müzesi artık. Bence Ankara’nın en güzel yanı Karabük’e dönerken Kardemir’in bacalarının tüttüğünü gördüğünüz andır. Çünkü bilirsiniz ki 78 plakalı arabanızla sağa dönüp şehir trafiğine karıştığınız anda artık kendi şehrinizdesinizdir. Dumanlı şehrin puslu insanları sizi kendi hemşehrileriymiş gibi öyle bir kucaklarlar ki hiç yabancılık çekmezsiniz.